1908 Meşrutiyeti‘nden sonra Osmanlı ülkesindeki münevverler arasında çeşitli fikir cereyanlarının revaç bulduğu malumdur. Bu cereyanların mensupları, büyük sarsıntılar geçirmekte olan devleti, izmihlalden kurtarmaya çalışıyorlar ve kurtuluşun kendi yollarında olduğunu iddia ediyorlardı. Bu fikir hareketlerini Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık adları ile tasnif etmek mümkündür.
“Osmanlıcılık” fikri, ayni zamanda bütün cereyanların mensuplarının müşterek yolu idi. İslamcılar, gayrimüslim unsurları, Türkçüler ise “gayri Türk” olanları devletin etrafında toplayabilmek için “Osmanlılık” fikrini destekliyorlardı. Türkçüler ayrıca, Türkler için “Türkçülük“, diğer müslümanlar için “ittihad – ı İslam” fikirlerini de, devlet siyaseti olarak tatbike çalışmışlardır. “Türkçülük” ve “Batıcılık” diye adlandırılan cereyanlar Avrupalıların ilham ve telkini ile Osmanlı aydınları arasında uyanmış olan fikirlerdi.
Türkçüler, “Osmanlı milletinin esasını Türklerin teşkil ettiğini, devleti onların kurduğunu ve koruduğunu, fakat buna karşılık gereken alakayı göremeyerek, ihmal edildiklerini; hatta küçümsendiklerini” iddia ediyorlardı. “Osmanlı milletini teşkil eden diğer ırklar, kavimler, bizden önce ırkçılık yapmaya başladılar; bizim de aynı şeye tevessül etmeye hakkımız vardır” diyor; bu maksatla dernekler kurup, dergiler çıkarıyorlardı. Bunların üzerinde daha çok, Rusya idaresindeki Türk diyarlarından gelmiş fikir ve hareket adamlarının tesirleri görülüyordu.
Türkçüler ayrıca “Din bağı ve dini hislerle toplulukların harekete gelmiyeceğini, artık insanları idare eden hissin ırk hissi ve sevgisi olduğunu, Avrupa’nın da çoktan beri milliyetler çağına girdiğini” öne sürüyorlardı. Bu gibi fikirlerin neticesi olarak Meşrutiyet devri Türkçülüğünün dine karşı soğuk, küçümser hatta aleyhtar tavırlar aldığı görülmektedir. Aslı pek tabii olarak arapça olan Ahmed, Mehmed gibi müslüman isimleri, öztürkçe olduğu için Kaya, Gündüz, Demir gibi adlara çevriliyor, “Ergenekon bayramı” diye millete yabancı gelen günler ihdas ediliyordu. Osmanlı Sultanına “Türklerin Hakanı“, Osmanlı ülkesine “Türk Yurdu” gibi o zamana kadar duyulmamış isimler takılmıştı.
Balkan ve Cihan harplerine muhtelif cephelerde katılan Osmanlı ordusu, çeşitli müslüman unsurlar tarafından meydana getirilmişti. Bu ordunun ekseriyetini aslen Türk olmayan askerler teşkil ediyordu. Hatta Meşrutiyetin ilk yıllarında, bir münakaşa vesilesi ile Hüseyin Cahit, o sırada, Mahmut Şevket Paşa başta olmak üzere, bütün ordu kumandanlarının ırken Türk olmadıklarını yazmıştı. Hüseyin Cahit, “Millet – i Hakime” fikrine taraftar olmasına rağmen “ırk asabiyeti“ne muhalif olduğu için bunu yazıyordu. Esasen Avrupa‘da tahsil etmek veya Sultan Abdülhamid idaresinden kaçmak bahanesi ile dışarıda vakit geçirmiş; Batı Edebiyatının ve modern fikirlerinin tesiri altında kalmış “aydın“lar, Batıcılık ve Türkçülük cereyanlarının başında bulunuyordu. Tahsilli gençlik de bir “moda” halinde – bugün sosyalist oldukları gibi- bu cereyanlara katılıyorlardı. Bu iki fikir cereyanında, en önemli ve asıl hız verici rolü, Osmanlı vatanının dışından gelmiş olan Türkler oynamıştı. Bunlar Rusya idaresindeki memleketlerinde, Rus milliyetçiliğine karşı, bir Türk milliyetçiliği ile büyümüşlerdi. Bütün İslam aleminin merkezi olan Osmanlı cemiyetinin yapısına yabancı idiler. En mühimi de, Osmanlı aydınlarını “Türkçülük” ve “Turan” gayelerine sevketmekte, esir olan yurtları için bir kurtuluş ümidi görüyorlardı.
Batıcılar, kanunlarından, balosuna, içkisine ve şapkasına kadar, Avrupa’ya taraftar olduklarını ve İslamiyet‘i terketmek gerektiğini açıkça yazmakta idiler. Bunların bir kısmının, din gibi milliyetle de ilgileri yoktu. Türkçüler ise ikiye ayrılmışlardı. Bir kısmı “milli duygu” dışında Batıcılardan ayrılmayarak, onların bütün fikirlerine katılıyorlardı. Zaten şahsi ve ailevi hayatları da Batı usulü üzere idi. İkinci kısım Türkçüler ise, hem dindar, hem Türkçü olmanın yolunu aramaktaydılar. Ahmed Naim Bey, birinci kitabı teşkil eden yazısında, işte bu ikinci çeşit Türkçülerle sohbet etmektedir.
İslamcılık cereyanına gelince: Bu cereyanın ortaya çıkışı kendiliğinden olmamıştır. Başta İslam Halifesi‘nin bulunduğu ve şeriat kanunlarının daima hakim sayıldığı devirlerde, böyle bir cereyana lüzum görülmeyeceği tabiidir. O zaman, devletin kendisi “İslamcı” demek oluyordu. Dolayısı ile “İslam nizamını hakim kılmak için faaliyet göstermek, çalışmak ve mücadele etmek” demek olan “İslamcılık“ın ortaya çıkışı, İslamcı Devlet“in doğrudan doğruya tehlikeye düştüğü ikinci Meşrutiyet zelzelesi sırasında olmuştur. (Devamı için yazının 2. Bölümünü okumak için lütfen tıklayınız…)
Tüm yasal hakları saklıdır!