(Türkiye’de Irkçılık Meselesi yazısının ilk bölümünü okumak için tıklayınız!) Meşrutiyet‘ten önce, İslam alemini teşkil eden müslümanları uyandırmak ve bu büyük kuvveti Avrupalılara karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak için, Sultan Abdülhamit tarafından, bir “ittihad – ı İslam” siyaseti güdülmek istenmiştir. Sultan, bu maksatla İslam dünyasına ulema heyetleri ve casuslar göndermişti. Onun bu faaliyetleri ve “Neden İslamcı bir fikir cereyanını, zamanının münevverlerine benimsetemediği” herhalde ciddiyetle araştırılması ve aydınlatılması gereken bir husustur. İslamcılık cereyanı, Meşrutiyetten sonra ve bir “nefsi müdafaa” zarureti olarak ortaya çıkmıştır. Dinlerine ve milli müesseselerine bağlı olan münevverler, milletlerinin uyanışını ve devletin kurtuluşunu, bu değerlere daha sıkı ve daha samimi olarak sarılmakta bulmuşlardı. Bunlar hiçbir hayale kapılmamışlardır. Hilafet‘e bağlılık ve İslam kardeşliği davetine, pek çoğu Avrupalıların hakimiyeti altında esir ve fakir bulunan müslümanların koşup gelemeyeceğini çok iyi anlıyorlardı. Devletin askeri ve mali zaafı, ümmetin cehaleti ve bundan doğan umursamazlığı, onlarca çok iyi biliniyordu. Bu cereyanın, Meşrutiyet devrinde eser vermiş üç temsilcisi, Ahmed Naim, Mehmet Akif ve Said Halim Paşa‘nın bu kitaba aldığımız yazıları dikkatle okunursa, dertlerle ne kadar yakından alakalı oldukları görülür.
İslamcı münevverlerin, “Turan“a benzer, mesela bir “İslam İmparatorluğu” hayalleri yoktur. Bunun, o günkü şartlarda imkansız olduğunu biliyor ve kendilerini aldatmıyorlardı. Onlar sadece eldeki son müstakil İslam vatanını ve hür müslüman milleti korumaya çalışıyorlardı. Hatta galiba, İslam kardeşliği çağrısı ile bütün müslümanları yardıma koşturarak, yıkılmakta olan devleti kurtarmaya çalışırken, dolayısıyla da Türklere en faydalı şekilde onlar hizmet ediyorlardı. İslamcıların, Batı karşısındaki tavırları, basittir: “Batının bilgisini alırız, ahlakını almayız.” Ve tabii Batı’nın ahlakını, yaşayışını ve tefekkürünü de almaya taraftar olan Batıcıları, fikren dalalette ve dinen kafir sayıyorlardı. Türkçülerin, din tanımayan birinci kısmı ile de hesapları kesindi. Onları da Batıcılar gibi “kafir” sayıyor, konuşmaya bile lüzum görmüyorlardı. Arap, Arnavut, Çerkes ve diğer ırkların müslüman isimli ırkçılarına karşı da tavırları aynı idi. Onları da Osmanlı vatanını parçalayan ve İslam kardeşliğini yaralayan “kafirler ve hainler” olarak telakki ediyorlardı. Sadece, kendilerine çok yakın buldukları dindar Türkçüleri muhatap kabul ediyor, onları “Şeriate aykırı olmayan bir yola sevketmeye” çalışıyorlardı. İslamcıların, bu ikinci kısım Türkçülere karşı olan tavrını, teşekkül halindeki islamcı cereyanın, yayın organı sayılabilecek olan “Sıratımüstakim” (adı sonra “Sebilürreşad” oldu) mecmuasında takip edebiliyoruz. Bu husustaki fikirleri şöyle özetlenebilir:
“İyi veya üstün ırk, kötü veya aşağı ırk yoktur. İnsanlar hakkında toptan hüküm verilemez. Hert fert iyi veya kötü olabilir. Her insan bir ırka, tabii olarak mensuptur. Kendi yakınlarını sevmesi ve onlara hizmet etmesi iyi bir şeydir. Fakat bir müslüman, kötülük de etse, “benim ırkdaşım, arkadaşım, hemşehrim” diye, bir suçluya taraftar olamaz. Bu taraftarlığını İslam kardeşliği hissinden yüksek tutamaz, İslam birliğinden ayrılmaya kadar götüremez. En iyi ve sevilmeye en layık olan insan, en iyi müslüman olandır. Kimse kendi ırkıyla övünerek diğerini kötüleyemez. Irkını sevmek onun cehaletini, fakirliği gidermeye çalışmakla olur. Bunun için müslüman münevverlerin lüzumunda, ruh ve adetlerini daha iyi bildikleri, kendi ırkdaşları arasında çalışmasında ve onları İslam milletinin gelişmiş ve kuvvetli bir parçası olarak yetiştirmesinde bir mahzur yoktur. Fakat çeşitli ırklara mensup müslümanların bir arada yaşadıkları yerlerde, sadece kendi ırkından olan müslümanlara hizmet etmek, beraber bulunduğu öteki müslüman kardeşlerini ihmal etmek, din emirlerine aykırıdır, yanlıştır. Bu hal İslam milleti içinde fitneye sebep olur.“
Sıratımüstakim mecmuası mensupları, başta Mehmet Akif Bey olmak üzere, böyle bir Türkçülüğe karşı müsait davranıyorlardı. Zaten kendileri de Türkçe yazıyor, Türkleri ve Türkçe konuşan öteki müslümanları uyandırmaya çalışıyorlardı. Sıratımüstakim 1908 yılında çıktı. Daha sonra, Türkçülük merkezleri olarak kurulacak, Türk Derneği, Türk Yurdu Derneği, Türk Ocağı gibi dernekler ve bunların çıkaracakları Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Sözü dergileri ile Yeni Mecmua henüz meydanda yoktur.
Sıratımüstakim yukarıda özetlemeye çalıştığımız ölçüler dahilinde olarak, üzerine düşen “Türlere hizmet” vazifesini de yerine getirmiştir. Ve şüphesiz bu hizmeti müfrit” “Türkçü – Turancı“larınkinden hem daha çok faydalı, hem de en mühimi hiç zararsız olmuştur. Mecmua bütün İslam alemine hitap etmekte, bütün müslüman milletlerin durumları ve dertleri ile yakından ilgilenmekte idi. Bu arada Rusya‘daki müslüman Türklere dair yazılar da mühim bir yer tutuyordu. “Türk İslam Alemi” başlığı altında, dış Türklerden haberler veriliyor ve onlardan gelen mektuplar yayınlanıyordu. Bu sayfalarda “Ümmet – i Türkiyye” den bahsedilmekte, “Türk Birliği” teklif eden mektuplar dercedilmekteydi.
Tüm yasal hakları saklıdır!