Irkçılık ne zaman, nereden geldi?
Müslümanlar arasında “kavmiyet ve cinsiyet davası“nın veya başka bir tabirle “Irk ve cinsine taraftarlık” cereyanının belirmesi, kırk senelik bir şeydir. Fakat en ziyade açığa vurulması ve memleketin hayat ve memat meselelerinden biri haline getirilmesi 1908’de Meşrutiyet‘le başlar. Bu da, cahillik sebebiyle Avrupa‘dan edindiğimiz zararlı yabancı bir düşüncedir. Zaten Avrupa‘nın daima en fena şeylerini almak, iyi şeylerini de bozmadıkça tatbik etmemek, bizim en ziyade dikkate çarpan felaketlerimizden biridir. Bazı asabi hastalıklar, ilk önceleri sahte bir canlılık, geçici bir hareketlilik göstererek ortaya çıkarlar. Irkçılık hareketi de, ilk bakışta ve Avrupa gözlüğü ile tetkik edildiğinde, mühim bir terakki adımı, canlılık veren bir hayat kaynağı gibi görünüyor. Fakat bu hastalık İslam‘ın basiret nazarları ile tetkik edilirse, bu ümmetin muhakkak ölümü ile neticelenecek ve tedavisi çok güç, bulaşıcı bir hastalık olduğu anlaşılır. Irk davası gütmek İslam Dini tarafından kötü görülmüş ve reddolunmuştur. İslam tabiri ile bu bir “dava – yı cahiliyet“tir. İslam‘ın varlığına ve devamına, müslümanların refah ve saadetine en müthiş bir darbedir. Hele ki, bütün İslam diyarları elden çıkmış iken, buradaki bir avuç müslümanın “Ben Türküm, ben Kürdüm, ben Lazım, ben Çerkezim” gibi yeni heveslerle, birbiriyle olan bağlarını zerre kadar gevşetmeleri nasıl olur! Üstelik şu hal, ırk taraftarlığı bayrağını ellerinde tutanların anladığı manada da, vatanperverliğe aykırıdır.
Türkçüler iki kısımdır:
Türkçülerin ileri gelenlerini, reislerini, önderlerini, ulularını ikiye bölünmüş olarak görünüyor. Bir takımı “Halis Türkçü“, diğer takımı ise “Türkçü – İslamcı” dır. Halis Türkçüler, büsbütün yeni bir “mefkure” (müşterek gaye demek olacak) ortaya koymak; eski ananeler ile münasebet bağını keserek, yeni ananeler vücuda getirmek, “yeni bir iman” ile “yeni bir kavim” ve “yeni bir millet“i kalıba dökmek hevesindedirler. Bunların sohbet ve yazılarında, en samimi ve en makul olarak söyledikleri sözler, aşağı yukarı şöyle hülasa edilebilir.
Halis Türkçüler’in fikirleri:
“Bizi kavmiyet gayesine sevkeden şey, Türkler‘in dışta ve içte maruz kaldığı tehlikelerdir. Şimdiye kadar bu devletin devamını temin etmek için can ve mal vergisini en mebzul olarak ödeyen Türkler‘dir. Bunca dağdağalar, bunca aileler neticesinde, Türk unsuru zayıf düşmüştür. Maarifi, ticareti, sanatı ve hatta ziraatı mahvolmuştur. Bu fedakarlığa karşı ise aynı vatanda yaşayan müslim ve gayrimüslim kavimlerden, daima cefaya ve gönül kırıcı muamelelere maruz bırakılmıştır.” Artık kendini toplayıp, biraz da kendine bakması, fedakarlıklarını, diğer kavimlere karşı biraz kısarak, kendine hasretmesi zaruridir. Buna ise yeni bir mefkure, Türklük esasına dayanan yeni bir mefkure lazımdır. Her şeyden evvel buna ihtiyaç var.
Ahirete ait işleri dünyada iken kendine dert edinmenin, bilmeyiz ki, hayatta ameli bir faydası var mıdır? Biz bu dünyadaki saadetimizi temin etmenin yolunu arayalım. Din mefkuresi bizi mesut ettikçe, arkasından koşabiliriz. Halbuki görüyoruz ki, dini işler gevşemiştir. “İla – yı Kelimetullah” etmeye, Avrupalının sillesi manidir. Demek ki eski iman ile kurtulacağımız yok. Kurtaracak bir şey olaydı, zaten bu hale gelmezdik.
Üstelik, kavmiyet cereyanı, Avrupa‘dan kopup gelen coşkun bir seldir. Bunu durdurmak, bize de geçmesine mani olmak kabil değildir. “Muasırlaşarak” terakki edeceksek Avrupa cemaatinden ayrılamayız. Avrupa‘da din ehramları ile hudut çizmek modası çoktan geçmiştir. Biz de böyle antika mefkurelerden vazgeçmezsek, müzelerdeki antikalar gibi, namımızı yalnız tarih sayfalarında okuruz. Şu halde bu halk evvela Türk, sonra Müslüman olmalıdır.
Tüm yasal hakları saklıdır!